16:27 bir zamanlar sen, ben ve istanbul

"oldukça güzel ve oldukça kötü."



18 Şubat 1990, İstanbul

Gökyüzü usul usul ağlarken, bomboş sokakta genç bir adamın ayak sesleri yankılanıyordu. 1,2,3. Hafif bir tökezleme ve tekrar aynı tempo. Adamın varacağı hedef görününce tempo daha da bir hızlandı. Ardından merdiven basamakları ve müşterinin içeri girdiğini belirten çanın sesi. Kahve kokusuyla harmanlanmış insanların sesi. Raf raf kitaplar ve huzur. İşte tüm bunlar Enver Bey'in hafta boyunca hayalini kurduğu detaylardı. Enver Bey her cumartesi bu mekana gelir ve bu huzurun tadını çıkarırdı. O gün de farklı değildi, tam 3 yıl boyunca aynı süreç işleyip dururdu. Tezgahtarla selamlaşma, kısa bir sohbet, her zamankinden bir kahve. Adam o gün de kahvesini eline aldı ve geçen hafta okuduğu kitaba devam etmek için her zaman oturduğu masaya yöneldi. Karşı masada zarif bir bayan oturuyordu. Saçları derli toplu, elinde ise bir kitap. Oldukça odaklanmış, hiç bir sese tepki vermiyor.

Enver Bey'in yüzünde ise küçük bir tebessüm ve hayranlık izleri taşıyan ışıl ışıl gözler. İşte bu bizim küçük sırrımız. Bu kafenin, bu yüreğin, bu bakışların, bu masanın, bu kitapların son 3 yıldır birlikte tuttuğu sır. Aslında Enver Bey'in bu kafeye gelmesi oldukça gayri resmi ve gereksizdi. İsterse zaten bu kitaplara her şekilde ulaşabilirdi. Fakat işte bu kadın, bu gayri resmi ziyaretlerin sebebiydi ve olay yalnızca bundan ibaretti. Adam her haftasonu gelir, masasına oturur, kitabını okurdu. Kadınla ne bir kelam ne başka bir şey. Şanslıysa göz göze gelirlerdi. Çünkü ne adam yeterince cesaretliydi, ne de kadın bir şeylerin farkında gibiydi.

28 Mart 2000 ( 10 yıl sonra), İstanbul

Hayat belirsizdir. Bazense oldukça zalim. Zaman ise daha da beter, oldukça hızlı.

Enver Bey 10 yılın ardından tekrar görme fırsatı bulabildiği kitaplı kahveye bakarken tam olarak bunları düşünüyordu. Yine aynı heyecan, aynı huzur vardı yüreğinde. Tek fark yılların beraberinde getirdiği yanları azar azar aklaşmış saçlar ve biraz da hüzün idi. 40 yaşındaydı artık.

Usulca basamakları çıktı ve dükkanın kapısını açtı. Yine aynı çan sesi, yine aynı koku. Değişen hiçbir şey yok gibiydi. Müşteriyi karşılamak için dönen tezgahtar hoşgeldiniz bile diyemeden kalakaldı Enver'i görünce. Bir süre fani dünyanın dilini kullanmadılar. Konuşan dilleri değil, kalpleri, gözleri oldu. Sonra bir tebessüm yerleşti yüzlerine, 

"Selamünaleyküm" dedi Enver Bey. "Hazırda kahveniz var mıdır?"

Tezgahtar güldü. İki adam da yaşlanmıştı. O 10 yıl da türlü türlü şeyler yaşamışlardı. Kendilerini anlattılar birbirlerine, güldüler. Geçmişi de bol bol yad ettiler. Konu konuyu açtı derken tezgahtar adam Enver Bey'in kalbine hançer
yarası olan o konuyu açtı. 

"Şu köşede oturan kadını hatırlar mısın?"

Enver Bey sustu ilk önce. Bu anıların zihnine doluş süreciydi. Sonra buruk bir tebessüm kapladı yüzünü.Hatırlamaz mıydı? Ya da şöyle diyelim, unutabilir miydi ki?

1990 yılının mart ayında, tam tamına 10 yıl önce ansızın kadını göremez olmuştu. Hoş, o kadını görebilse bile kadın onu göremez olacaktı. Çünkü kadının mahalleyi terk ettiğini öğrendiği günün sonrası Enver Bey'de İstanbul'a veda etmek zorunda kalmıştı. İşte böyle ansızın ayrılmıştı yolları. Tezgahtar birden ayağa kalktı ve tezgahın arkasından bir defter ile geri geldi. Hiçbir şey demedi ve yalnızca defterin arasındaki kağıdı Enver'e uzattı. Bir mektup. Enver Bey şok içinde kağıdı okurken tezgahtar arkadaşı anlatmaya başladı.

"Seninle o kadını arasında özel bir şeyler olduğunu hep bilirdim ama olayın yalnızca senden ibaret olduğu sanırdım. Fakat sen buralardan gitmeden evvel kadın benden bunu sana iletmemi rica etti. Kadının neden benle hiç bir zaman konuşmadığını merak ederdim. Ben de o zaman öğrendim işte, aslında konuşamadığını..."

Tezgahtar bir iç çekip devam etti:

"Nasılsa yakın zamanda seni görürüm deyip mektubu aceleye getirmedim fakat sen benim olmadığım bir vakit buralardan gidince mektubu sana iletemedim. Kadının ise mektubu verdikten hemen sonra gitmiş olduğunu çok geç öğrendim. Bunca yıl keşkelerle düşündüm durdum bu olayı. Geçenlerde ise..."

Tezgahtar bir es verdi. Gözlerini kaçırdı.

"Geçenlerde ise bir eski dosttan ölüm haberini aldım tesadüfen. Meğer burdan ayrıldıktan sonra çok geçmeden vefat edivermiş."

1 Ekim 2017 (17 yıl sonra), İstanbul

Enver Bey çalışma odasındaki rahat koltuğunda oturuyordu. Yıldızların çok, esintinin güzel olmasından mıdır nedir, maziyi düşünüyordu gözleri kapalı. Sonra oturduğu yerden kalktı, yaşlılığın verdiği ağır hareketlerle çalışma masasına gitti. Çekmeceden artık oldukça eskimiş, hatta yırtılmak üzere olan kağıdı çıkardı. Tekrar okudu, okudu, okudu. Ta ki yaşlı gözleri daha fazlasını kaldıramayana kadar. Çünkü o artık altmışına merdiven dayamış, ak saçlı yaşlı bir dede idi. Gözlerine kan oturmuş, cildi buruşmuş.

O güzel gecede, güzel düşünce ve anılarla güzel bir uyku çekti Enver Bey. Herkes gibi Enver Bey'in hayatı da oldukça gizemliydi. Oldukça güzel ve oldukça kötü.

Zaman ise oldukça bencildi. Beklemedi kimseyi aktı durdu. Anlar saatlere, saatler günlere, günler yıllara dönüştü ansızın. Geriye ise bölük pörçük anıları kaldı.

Bu iki insan, tek hikaye; yalnızca yeryüzünde iki karınca, okyanusta iki balık, gökyüzünde iki kuş, yağmurda iki damla idi. Ne azı ne de daha fazlası. Hiçbir insanın; karıncanın, balığın, kuşun ve yağmur damlasının tüm gelmişini ve geleceğini bilemediği gibi bu hikayede de bilemediğimiz birçok detay var.

Zarif kadının Enver Bey'e yazdığı mektubu o ikisinden başka kimse bilemeyecek mesela ya da ikisinin kaderinin neden o üç yılda birleşemediğini. Kadının hikayesini, gidişinin sebebini ve daha da fazlasını... 

Bunları ben anlatmayacağım, yıllar ise bunları çoktan yedi bitirdi. Onlara özel olan onlarda kaldı. Bizim hikayemiz ise burada sona erdi.

Yorumlar